29 Aralık 2009 Salı
Soysuz Kızıl Şerefine
dedi en müstehcen notaların birinde.
Rimellerinden aktı soyulmuş alakargalar.
Ve şahibeli memelerinden kalma ıslaklığı,
Bulut kavislerindeydi artık.
Abandı kirpiklerime var gücüyle
Çocuk cesedini taşıdı en güzel doğduğu yere.
İçi geçmiş dumanlarda,
Melekle flörtümü kamçıladı kadehe.
İç dedi şarabı.
Soluk benizindeki çığlıklara ithafen,
Semerkantlar gerildi
Gökten damlayan kil adamların altına.
Emsalsizdi,
Gecelemeye çalışan ayın parmak izi.
Onun ise,
Boğumlanmış erotikliğinde
Açık kalmış gözleri.
Tahrikten bitap,
Tahrikten yoksun zıvanamın parıltısı.
Mutsuz kış dalları üzerinde,
Kılıç kuşanmış geyşanın evcilliği
Söylerse o söyler
Nereye gömüldüğünü.
mert
1 Aralık 2009 Salı
Kötürüm Bulantı
Kırlangıç yuvası memelerinin arasında.
Utanç!
Ordan burdan duydum;
Zamanının yüce fahişesiymişsin,
Kabile balıkçısının silüetiyle çiftleşmiş,
Hercai giyotinlere direnmişsin.
Saçların buhulanmış bir kehribar.
Siktir ordan!
Ellerim peşkeş çekiyor bana en altosundan
Bir burjuva peygamberliğini ilan ediyor.
Nereye kadar tek fiske yemeden yaşayacaksın annenden?
Çıngıraklı yılanın anüsündeki her dakika,
Kadifeleştiriyor tüm organlarını.
Sersem!
Daha önce şizofren bir anka kuşuyla seviştin mi ki
Silahımı yere bırakmamı istiyorsun benden?
Tangodaki huzursuzluk tek istediğim
Ve lütfedilen bağrı açık kusuşlar.
Görünecek sonunda dudaklarından içeri
Faça dolu ıslıkların.
Ya da en basitinden göz yuvarlarından geri tepeceksin
Ucukesik damarlarımı.
Buralarda gözükme bir süre.
İbne bir zenne becerebilir seni kendi yatağında
Ve yastığındaki kenevirler fısıldar kulağına:
"Sonu yok."
İşte o günden sonra tapacak Afrika parmaklarına.
mert
11 Kasım 2009 Çarşamba
Kutsal Klişenin Huzurunda
Uğrunda birkaç iğne deliği ölmüş.
Batıl unutkanlığındaki zerzenişler
Yaralamış her bir tırnağını
Ve izinsiz girmiş
Yağmalanmış kelebek geçidine.
Atkısını unutuyor kadın
Ensesindeki biberiye kokusu bir yana.
Bir nefertiti fısıldıyor gemilere
İşte orda kaltaklar!
Su alıyor içlerine her dokunuşunda.
İnancını çekti sardunya ciğerlerine
Verdiğinde geri,
Alaşağı oldu tüm secdeler.
Atkısını buluyor kadın yerçekimi esnasında
"Uzayın çivisi çıkmış ahali!"
Var et diyor ellerini
Var et ki kitapsız bir at leşi,
Çiğnemesin kılıksızlığını.
İnancını çekti sardunya bir yana.
mert
28 Ekim 2009 Çarşamba
Lacivertrak
Şarkısı yarım kalmış bir şahramanı süzüyor.
Elleri bol şahmaranın
Göz renginin sesi kesilmiş
Ve civası üstünde kuruyan
Varoluşunu anımsıyor.
Lekeli bir tramvay;
Egosu yüksek.
Çocuk düşürmenin ilkelerine adamış kendini
Bir midillinin mavi dertleşmesi yok onda.
Kediyi kapmış bir kaldırım taşı
Özlenen fırkateynler eşliğinde
Bir kara kolu emiyor
Sökülmüş güvercinlerin huzuru için.
Şimdi içeri giriyor uğultu
Kaçmak imkansız.
Piyano kuyruğundaki toz bulutu kadar yoğun.
Midesi bulanıyor fahişenin
Dirsekleri feryat figan
Bir midillinin sarmal çıplaklığı var onda.
mert
18 Ekim 2009 Pazar
Şarampol Kedisi
Ve kıvrılarak ilerleyen
Burnu bunalmış bir kızılderili,
Çıkmak istiyordu
Eğilerek geçmek istemediği kapıdan.
Ceninler ayaklanmıştı fi tarihinde
Üstlerinde koyu yeşil pardesüler.
Yakalarına çivi çakılmış olanlar,
Bir tavus kuşu yese bile karanlığı
Ordadırlar bulantı serenatlarıyla
Alnından vurulmuş bir zenne vardı
Köşeyi hemen dönünce
Yüzündeki otorite hariç
Kan soluyor heryeri.
Kendinden geçmiş atlarıyla
Mat kokulu bir güruhun işi besbelli.
mert
21 Eylül 2009 Pazartesi
Bir Parça Tütün
Ayıplamıştı o zamanın dükü
Ama güzeldi dükün saksafon sesi
İçinde çiçekler vardı
Onlarca çiçek.
Sonra bir de sen vardın
İçinde tonlarca çiçek
Sağır tuşlar şahidimdir,
Kısa süreli de olsa
Besledim o kendini beğenmiş kuşları
Ve yine onlar şahittir
Ellerimin kalçandaki yankısına.
Tek renkti bu sefer ağzındaki ruj
Ayın lekelerinden akmaya hazır.
Bacak bacak üstüne atmış bir sen
Kırmızı gökyüzüne doğru
Acemice.
Bacakların ve sen
Bacakların mahşer
Sevişmek lazım sabahları.
mert
Bir Saksağanın Hüznü
Köpüklenmiş dudaklarındaki sömürün
Ve mavinin tiz akışı bir oldu.
Dolu yağıyordu da hep
Avazına hakim olamıyordu sanki.
Debisi yüksekti saçları
Sırtüstü yatmaya alışan kızın.
Kızın işaret parmağı
Hep doğuyu gösterir gibi, çöl gibi.
Ve bir güvercin daha kanıksadı yerini
Sıcak ve bir kaç koyu renk koltuk altında
Tanrı ise randevusuna geç kalmış kadar cilveli gözüktü uzaktan.
Öldüğünde göçebeler gibi taşarak
Olanları üç kilometre öteden papatyalar duydu.
Menekşeler eksik kalır mı?
Belki.
mert
5 Haziran 2009 Cuma
Kıçıkırık Bir Gece
Karanlıkta uslu uslu parlayan keskin yıldızlardan biri boğazıma saplandı sonra. Adamakıllı bir kan boşalıyordu boynumdan aşşağı. Kanın ayakkabımdan parmak uçlarıma kadar indiğini hissettim. Birkaç dakikaya ellerim bembeyazdı. Yüzümü düşündüm, saydamlaşmış olmalıydı. Bir şey dokundu sonra boynuma. Güzel, bakımlı bir parmak. Fransız denilen usulden boyanmış zarif bir parmak. Azalıyordu kan. Bir süre sonra iyiden iyiye kesilmişti. Kurumuş, kırmızı bir vücuda sahiptim artık. Gözlerim parmağın sahibini aradı ama bulamadı.
Ayağa kalktım. Vücudum kaskatıydı. Bacaklarımdaki son kuvvetle ve kan kokan vücudumla evimin yolunu tuttum. Arabalar, çığlıklar ve havlamalar. Sabahın dördüydü ve katlardaki ışıkların çoğu sönmemişti. Evime girdim, ışığı açıp yatağıma uzandım ve parmağın sahibini düşündüm. Hayaliyle seviştim.
mert
26 Mayıs 2009 Salı
Sessiz Güveler
Görüşürüzleştikten sonra aynı yönlere ama farklı açılardan yürüdük. Arayı açmak için hızlandım. Hızlandıkça hızlandım. Etrafım flulaşmaya başladı. Durabildiğimde papatyalar içinde buldum kendimi ve dört beş adet boyumu aşmayan gökdelen. Birinin içine yavaşça kafamı soktum. Binlerce küçük ressam vardı içerde ve büyük bir uğultu. Çıt çıkaran yoktu. Hepsi önlerinde poz veren nerdeyse birbirinin kopyası güzel göğüslü modelleri çiziyorlardı. Hafif bir ter kokusu vardı içerde. Hoş bir ter kokusu. Aralarında güzel çizen de vardı kötü çizen de. Zaten o da belli olduğu kadar. O kadar küçüklerdi ki ressamlar ve tualleri.
Kafamı tekrar papatya kokulu havaya çıkardım. Bir an ter kokusunun çiçek kokusundan güzel olduğunu düşündüm. Cebimdeki kutuyu farkettim sonra. Çıkarıp kutuyu açtığımda güvemsi bir kaç yaratık dışarı uçtular ve çok geçmeden gözden kayboldular. Ayaklarımın sızladığını hissettim. Evime dönmek, yatağıma yatmak istedim. Ayaklarım dermansız, yolumu bulmaya çalışırken papatyalar arasında bir tahta gözüme çarptı. Çaresizdi ilk bakışta, papatyalar arasındaki çirkin bir tahta ne kadar çaresizse o kadar. Yanına yaklaşınca çaresiz tahta benim çarem oldu.
Tahta aşağıya doğru uzanan bir merdivendi ve ben o merdivenden iniyordum şimdi. İkinci basamaktan inmiştim ki sıcak asfaltın sızlanan ayağıma temas ettiğini hissettim. Karşılaştığımız yerdeydim tekrar ve yine karşılaşacaktık, geliyordu yine. Elinde bu sefer daha çok melodi vardı. Güldü. Tekrar merhaba dedi. Karşılık verdim. Elindekilere iliştiğimi görünce gözlerimin, fahişeler bu ara çok nazlılar dedi. Kendine iyi bak dedim. Aynı yöne ayrı açılardan yürüdük.
mert
2 Mayıs 2009 Cumartesi
karınca
çekirdek kabukları üstünde.
mızıkanın boş sokaktaki yankısı
ve bir çocuk parkının içinde
külvari bir karafatma.
nefes, mızıka ve ayak sesleri
parmaklar ellere düşman
parmaklar aynı zamanda dudak
ve gölgede koşan hayvan
bir ihtiyar kadar sessiz.
araba ve havlamalar
aklımı karıştırıyor.
ve çalılar haykırdığında
karıncanın tam üstüne basan bir papaz
mendebur bi papaz.
parmaklıklara yaslanmış
kendinde değil
taşlar ve bir paket sigara dışında.
mert
22 Nisan 2009 Çarşamba
Boğalar Dondurma Sever
Görevlinin kendine ait kısmını yırtıp geri kalanını bana geri uzattığı bileti alıp filmi beklemek için oturucak yer ararken kızıl bir ışığa yakalandım. Beyazın üstüne kızıl bir ışık. Işığın beni kendisine çektiğini hissettim. Yanıldım. Ben çekiyormuşum. Potansiyel bir müşterinin ışığıyla. Kızıl stand kızının beyaz teni de saçları kadar parlaktı. Çillerine dikkat kesildim beni ürünü denemem için ikna etmeye çalışırken. Reddedmiycektim ürünü denemeyi, ta ki dondurma sözcüğünü duyuncaya dek. Sakin bir şekilde "Valla boğazım ağrımasa yerdim." dedim. Yemezdim. Gidip standın arkasındaki boş iki sandalyeden birine oturdum. Standın arkasının ne kadar karlı bişiy olduğunu geç olmadan farkettim. Kızıl, kalçalarını saran pantolonuyla adeta konser veriyordu. Gözlerim göte gidiyorlardı. Ben kaçırdıkça onlar gidiyorlardı. Üstelemedim, kendi hallerine bıraktım. Hatta ben de onlara ayak uydurdum ve beraber göte gittik.
Ben Alis'in harikalar diyarında saatimi kaybetmişken dört adet penis aniden sahneye dalıp saati söylediler bana. Beynim dört penise açıklama getirmek için çalışırken gözler de yardım amaçlı bütüne odaklandı. Dört penisli bir inekti bu. Hayır, memeleri olan bir inekti. Bir inekti yani. Ama iki ayak üzerinde duran. Maskottu bu, ürünün maskotu. Kızıl ve inek iyi iş birliği yapıyorlardı. İkisi de çekiciliklerini konuşturarak müşteri çekiyordu. İnekle, ürünü tatmış müşteri poz veriyor, kızıl fotoğraflarını çekiyor ve bir dakkaya fotoğrafı çıkartıp müşteriye veriyordu. Kızılinek operasyonunu tebessümle izlerken sağ kulağıma gelen "Oturabilir miyim acaba?" sorusuyla irkildim. Aynı tebessümümle kafamı sallayıp iznini verdim mor çoraplı kıza. Kızıl, yeni kan kokusu almış olucak ki arkasını aniden dönüp bize doğru yaklaştı. Mor Çorap'a ürünü denemek isteyip istemediğini sordu. Mor, utana sıkıla kabul etti teklifi. Dondurmasını aldıktan sonra dört penisli inekle fotoğraf çektirmek isteyip istemediğini sordu bu sefer Kızıl. Mor, utana sıkıla biraz da kızara yine geri çevirmedi Kızıl'ı.
Olanları izlerken tebessümümün deformasyona uğradığını hissettim. Gözlerim kurallara uymuyordu. Şaşırmışlardı. Nasıl oluyordu da dört cinsel organı olan bir inek masama kadar gelmiş bir kızı kaldırıp şu anda sarmaş dolaş fotoğraf çektirebiliyordu? İlla yanımda bi hatun mu dolaştırmalıydım. Yoksa dört tane penisim mi olmalıydı? Ben bunları düşünürken Mor Çorap tekrar karşımdaki yerini almıştı. Ama bu sefer dondurması ve onu yerkenki insanı tahrik edecek kadar kuvvetli şapırdatmayı da yanında getirmişti. Gözlerim yeniden kendi halinde göte gitmeye, kulaklarım ise şapurdatmaya odaklandı. Bi süre sonra bu kadar cinsel uyarıcıya dayanamayıp, orgazm olmaya ramak kalmışken yerimden kalktım. İki işbirlikçinin arasından ustaca sıyrılıp sağ salim salonun yolunu tuttum.
mert
25 Ocak 2009 Pazar
Hayır Yani Bana da Söyleyin
Görevi ordaki insanlara ne istediğini sormak ve hesap almak olan abim ilk görevini gerçekleştiriyor. 'Bir çay.' diyorum. 'Hemen beyfendi' diyip aksini yapıyor. Hemen yapmıyor. Kitabımı çıkartıp okumaya başlıyorum. Huzurluyum biraz. Baya huzurluyum. İstanbul manzarası, deniz, bi de -ki o da şimdi geldi.- çay. Basit bir üçlü ama bir klasik. Gaz olup havaya karışan 'Bi milyon!'u soluyarak kitabımı okuyorum. Bir çifte kumru adayı tam arkama oturup, tüm bu huzuru allak bullak etmeyi başarıyorlar. Kumru olmaya aday insanlar kulağımın hemen arkasında cilveleşirken kendimi veremiyorum okuduğuma. Dayanamayıp daha fazla, kalkıyorum müstakbel kumruların yanından. İkinci görevini ifşa etmesi için abimin yanına gidiyorum. Bir miktar paramı ona verip, minibüslere yöneliyorum.
Yolcu toplamaya çalışan adamın bağrışlarından hiç birşey anlayamadığım için, riskli bişi olduğunu bile bile o bağrışlarının arasından beni duymasını sağlamaya çalışarak, taşıtın beni istediğim yere götürüp götürmediğini soruyorum, ama o an bir kulağımı neredeyse kaybediyorum. Çınlamalar içinde istediğim cevabı aldıktan sonra biniyorum minibüse.
Çın seslerini Vitni Hüystın bastırıyor. Beni her zaman seveceğini söylüyor. Ne taraftan söylediğini bulmakta zorlanmıyorum. Heryerden. Etrafımı nerde olduğumu kestirmek için kolaçan ediyorum. Mor ışık, loş bi ortam, dikiz aynasından sarkan envai çeşit boncuklar, istediği yere varmak için sabırsızlanan ve sabırsızlanmayan insanlar. İstediğim yerdeyim. Minibüste. E peki sen neden burdasın Vitni? Kendime bu soruyu sorarken şoför yola koyuluyor. Okuyamadığım kitabımı tekrar çıkartıp okumaya başlıyorum.
Kahkalar yükseliyor kulaklarımda, saçma konuşmalar ve ardından gelen kahkahalar. Omuz silkip devam ediyorum okumaya ama durmak bilmiyorlar. Sağ bacağım sallanmaya, avuçlarım yüzüme sürtünmeye başlıyor. Gözlerim kapanıyor. Dikiz aynasına bakıp o iğrenç kahkahanın sahibini buluyorum. Yerimden fırlayıp saçları dik ve jöleli ve kahkaha atanı saçlarından tutup yaklaşık on kere kafasını cama vuruyorum. Burnundan kan gelene dek. Dikiz aynasından gözlerimi ayırıp şoföre bakıyorum. Hiç bir hoşnutsuzluk ifadesi yok suratında, ifade yok suratında. Ben jöleli kahkahaya farklı işkenceler uygulayıp aynı zamanda kitap okumaya çalışırken, birden şoförün sesi bölüyor beni. Tok ve kararlı bir sesle, belki de dünyanın en klişe cümlesini kuruyor o an. 'Beyler neye gülüyorsanız bize de söyleyin biz de gülelim.' Bacağım ve elim aniden duruyor gözlerim ise ona bakıyor. Şaşkınlık ve hüsranlık ifadesiyle doluyor yüzüm tahmin ettiğim kadarıyla. Kahkalar kısılmaya başlıyor ama bitmiyor. Şoför arkasını dönüp kolunu koltuk arkasına atıp, yine tok, kararlı fakat bu sefer daha yüksek bir sesle aynı cümleyi tekrarlıyor. İlkokul hocamı görüyorum o koltukta bi anda, ama aynı anda geldiği yere yolluyorum onu. Kahkalar son buluyor. Bir an için de olsa rahatlıyorum. Doğrulup eşyalarımı yükleniyorum. Düzeni sağlanmış bir taşıttan inmeye hazırlanıyorum.
mert
1 Ocak 2009 Perşembe
Atilla İlhan'ı Ben de Sizin Kadar Severim
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10
önder