25 Ocak 2009 Pazar

Hayır Yani Bana da Söyleyin

İskeleden ayrılırken yine o tanıdık ses geliyor kulağıma 'Bi milyon!' Milyon mu kalmış diye söyleniyorum içimden. Hangi taşıtla yol alsam diye düşünürken, yine böyle bi akşamda önününden geçip de bir türlü oturma fırsatı bulamadığım o büfenin önünden geçiyorum. Ani bir kararla oturuyorum. Denize en yakın masaya yerleşiyorum. Sıfır değilim ama bi 50 varım denize. Karşımda yarım saat önce orda olduğum Avrupa kıtası yanıp sönüyor. Ben ordayken böyle değildi halbuki.

Görevi ordaki insanlara ne istediğini sormak ve hesap almak olan abim ilk görevini gerçekleştiriyor. 'Bir çay.' diyorum. 'Hemen beyfendi' diyip aksini yapıyor. Hemen yapmıyor. Kitabımı çıkartıp okumaya başlıyorum. Huzurluyum biraz. Baya huzurluyum. İstanbul manzarası, deniz, bi de -ki o da şimdi geldi.- çay. Basit bir üçlü ama bir klasik. Gaz olup havaya karışan 'Bi milyon!'u soluyarak kitabımı okuyorum. Bir çifte kumru adayı tam arkama oturup, tüm bu huzuru allak bullak etmeyi başarıyorlar. Kumru olmaya aday insanlar kulağımın hemen arkasında cilveleşirken kendimi veremiyorum okuduğuma. Dayanamayıp daha fazla, kalkıyorum müstakbel kumruların yanından. İkinci görevini ifşa etmesi için abimin yanına gidiyorum. Bir miktar paramı ona verip, minibüslere yöneliyorum.

Yolcu toplamaya çalışan adamın bağrışlarından hiç birşey anlayamadığım için, riskli bişi olduğunu bile bile o bağrışlarının arasından beni duymasını sağlamaya çalışarak, taşıtın beni istediğim yere götürüp götürmediğini soruyorum, ama o an bir kulağımı neredeyse kaybediyorum. Çınlamalar içinde istediğim cevabı aldıktan sonra biniyorum minibüse.

Çın seslerini Vitni Hüystın bastırıyor. Beni her zaman seveceğini söylüyor. Ne taraftan söylediğini bulmakta zorlanmıyorum. Heryerden. Etrafımı nerde olduğumu kestirmek için kolaçan ediyorum. Mor ışık, loş bi ortam, dikiz aynasından sarkan envai çeşit boncuklar, istediği yere varmak için sabırsızlanan ve sabırsızlanmayan insanlar. İstediğim yerdeyim. Minibüste. E peki sen neden burdasın Vitni? Kendime bu soruyu sorarken şoför yola koyuluyor. Okuyamadığım kitabımı tekrar çıkartıp okumaya başlıyorum.

Kahkalar yükseliyor kulaklarımda, saçma konuşmalar ve ardından gelen kahkahalar. Omuz silkip devam ediyorum okumaya ama durmak bilmiyorlar. Sağ bacağım sallanmaya, avuçlarım yüzüme sürtünmeye başlıyor. Gözlerim kapanıyor. Dikiz aynasına bakıp o iğrenç kahkahanın sahibini buluyorum. Yerimden fırlayıp saçları dik ve jöleli ve kahkaha atanı saçlarından tutup yaklaşık on kere kafasını cama vuruyorum. Burnundan kan gelene dek. Dikiz aynasından gözlerimi ayırıp şoföre bakıyorum. Hiç bir hoşnutsuzluk ifadesi yok suratında, ifade yok suratında. Ben jöleli kahkahaya farklı işkenceler uygulayıp aynı zamanda kitap okumaya çalışırken, birden şoförün sesi bölüyor beni. Tok ve kararlı bir sesle, belki de dünyanın en klişe cümlesini kuruyor o an. 'Beyler neye gülüyorsanız bize de söyleyin biz de gülelim.' Bacağım ve elim aniden duruyor gözlerim ise ona bakıyor. Şaşkınlık ve hüsranlık ifadesiyle doluyor yüzüm tahmin ettiğim kadarıyla. Kahkalar kısılmaya başlıyor ama bitmiyor. Şoför arkasını dönüp kolunu koltuk arkasına atıp, yine tok, kararlı fakat bu sefer daha yüksek bir sesle aynı cümleyi tekrarlıyor. İlkokul hocamı görüyorum o koltukta bi anda, ama aynı anda geldiği yere yolluyorum onu. Kahkalar son buluyor. Bir an için de olsa rahatlıyorum. Doğrulup eşyalarımı yükleniyorum. Düzeni sağlanmış bir taşıttan inmeye hazırlanıyorum.



mert

1 Ocak 2009 Perşembe

Atilla İlhan'ı Ben de Sizin Kadar Severim

Durmuş evimin camından yağan karı izliyordum. Tahmin yüzdesi yüksek bir şekilde kış aylarından birinde ve onun en kötü ve sıkıntı verici,midemde kasılmalara yol açan gününde yani 31 aralığın ilk saatlerindeyim. Güzel bir filmin ardından izliyordum karı.Kar güzeldi.Biraz hafif rüzgarda savrularak ve çok şiddetli olmadan yağıyordu ve sokak lambasının ışığından geçerken sezebiliyordum. Durmuş evimin canımdan yağan karı izliyordum. Evim dediğim yer normal bir sokaktaydı. Mesela tam karşımızda duvar boyasıyla yeşile boyanmış demirleri olan eski bir kıraathane vardı. Karı izlediğim sokak lambasının tam görüş açıma düşen yerinde ise edepsiz bir kasap. Saat sabaha karşı 5 :47. Saat sabah 5:48.Kasap dükkanı moralimi bozuyor. Sadece bir kasap olmanın ötesinde yeni dijital baskı teknikleriyle bütün çeperlerini kıyma, dana eti, tavuk eti (belki bunun için geçim zorluğunun kasap geleneğindeki etkisi diyebiliriz ama demeyelim. Boşverelim. Tamamen aklımızdan silelim ve birdaha geri gelmesin.) resimleriyle doldurmuş bir reklam panosuydu. Edepsiz kasap ve sokak lambasının üzerindeki "aytaç sucuk" reklamı benden izin almadan bir Atilla İlhan olma şansımı benden alıyorlardı ve onu kendi aralarında paslaştıktan sonra doğruca köşede 24 saat açık marketimizdeki gece vardiyasına kalmış şişman ,kıllı herifin bira kasasını kaldırmaya çalışırken açılan kıçının çatalına atıyorlardı. Ve benim "o şiirimizde bir altın çağı başlattı." " O yalnızca gerçekliğin dışına değilgerçek dışınında dışına çıkıyordu" "Şiirleri anlaşılmaz petatonik""Onun şiiri adeta bir kuşun kalbini hissederek bir domuzla sevişmek gibi" cümleler içeren ben 65 yaşındayken çekilmiş belgeselimi henüz çekilmeden soğuktan büzüşmüş bir çatalın arasında yok ediyorlardı.Benim aklıma ilk gelen şeylerden birisi ise dünya üzerinde belkide çok yakınlarımda o çatalı öpen ve ya şehvetle kısık ve hızlı bir şekilde soluyarak yalayan kadın ve ya kadınların olmasıydı.Bana sorar-sanız şanslı kadınlardı onlar çünkü belkide şiirimizin en uç , en doygun örnekleriyle oral bir ilişki içerisine girebiliyorlardı. Gözlerinizin önüne geleni hayal edebiliyorum. Köşeleri yanmış kahverengi bir kağıda yazdığı şiirlerini ıssız bir adada birilerinden yardım istemek için içine bir mektup konan rom şişelerine koyar gibi bir adamın kıçının çatalına koyan ,şans getirmesi için suya salmadan önce kıçı öperken gözlerini kapatan sonra sucuk, dana eti ve tavuk etinden oluşan bir yemek yiyip midesini bozan bir adamın oral seks yapıp aynı zamandada kusmayı becerdiği bol kırmızı ışıklı bir sahne. Adamın en büyük hatası çatalın/rom şişesinin tıpasını tıkamamak olur ve adamın o tıpayı yanlışlıkla boğazına kaçırmasıyla adam ölür , film biter. Film müziği muazzam ıssızdır ve ironi yapmak amacıyla müziğin içerisinde saksafon olduğunu fark eder hem beni över (evet yönetmen benim) hemde koltuk altlarınızı kabartırsınız. Ve işte böyle berbat bir filmden büyük bir tat alırsınız çünkü şöyle bir çıkarım vardır " İşte ben !". Evet sen amınakoyyim. İşte ben farkettim. Filmin siziortaokulfendersikitabında görüp önemsemeden geçtiğiniz turnusol kağıdına çevirmiş olması hoşunuza gider. Sonra nedenini bilmeden sizde oluşan turnusol kağıdısempatisi üzerine evinizin her köşesinde turnusol kağıtları birikmeye başlar. Hey bilmiyorum dostum sadece seviyorum ve alıyorum. Ve filmdeki karakter aynı size benzemektedir. İşte kilit noktamız bu ! Bu sebepten dolayı bu konuyu açmayacağız. Kilitli kalmasını arzu edelim. Herneyse, soğuk ve çelişkilerin en acılılarından bir tanesinin artık daha fazla kaçamayacağım hale gelip kafama girdiği bir gündü. Bir titreme geldi vücuduma ve irkildim. Atilla İlhan beni anmıştı galiba. Hocam sana bi lafımız yok. Saat 6: 30 aklıma son bir sahne geldi yatmadan önce. adı;Issız Komiser Şekspir Adam. Sahne : Ağlayarak Kadir İnanır bir Atatürk büstüne sarılmış salyalı bir şekilde "Çok ıssızım be atam! Çok ıssızımmmüooooeaa"der. Bu yazıyı unutmalıyız. Tamamen aklımızdan silmeli, sabahları normal kahvaltılarımızı yapıp , günlük rutinlerimize devam etmeliyiz.Şimdi ben 10 a kadarsayıcağımı yazıcam ve sonra bu yazıyı unutucağımızı yazıcam sizde okuyup unutucaksınız. Şimdi 10 a kadar sayıcam ve 10 olduğunda bu yazıyı tamamen hafızamızdan silicez.

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10



önder